EDEBİYAT
Son Ürün
Güneşli bir sonbahar günüydü. Bir gün önce yağmur yağdığından toprak yumuşamıştı. Uzun süredir köy havası tatmadığımdan, her yeri kaplayan mis gibi nemli, tozsuz hava sarhoş etmişti beni sanki. Topraktan, çevredeki ıhlamur ağaçlarından, çiçeklerden yayılan ve rüzgârın her yana taşıdığı güzel kokular daha bir başka etkiliyordu insanı.
Pancar sökme çatalını iki elimle sapından kavrayıp toprağa batırırken düşüncelere dalmıştım. Elimdeki uzun tahta saplı aletin demirden ucuna ayağımla bastırıp sapını aşağıya doğru büktüğümde, iri, beyaz bir şeker pancarı yumrusu toprağın yüzeyine çıkıyordu.
Kızılırmak'ın kıyısındaki tarlada çalışırken topraktan sökülen pancar bitkilerine bakarak düşünüyordum: Evet, son ürün bu. Hem de yılın son ürünü değil, bu tarlanın, köyün, köylünün son ürünü. Gelecek sene bu arazilerde şeker pancarı değil, metrelerce derinlikteki suyun altında yayın balığı yumurtaları olacak belki de...
Birkaç metre ötede arkadaşım Çetav Ahmet toprakla boğuşuyordu. Soyadını da hemen kıyısında oturdukları Kızılırmak’tan almıştı. Kendisinin misafiri idim. Bazı hukuksal sorunları ile ilgilenip yardımcı olmak üzere köye gelmiştim. Kızılırmak da iç Anadolu'dan kaynayıp kilometrelerce yol aldıktan ve birçok yan suları da kendisine kattıktan sonra yorgun bir şekilde köyün içerisinden geçip yoluna devam ederek Karadeniz'e kavuşuyordu. Bu akarsu, şimdiye kadar Ahmet'in köyüne çok şey vermişti. Ama şimdi her şeyini alıyordu köylünün, sanki ödünç verdiğini geriye istercesine. Köy aşağılarda yapılan baraj nedeniyle yükselecek olan ırmağın suları altında kalacaktı. Arazisiyle, evleriyle, okulu ve camisiyle, samanlıklarıyla ve ambarlarıyla, mezarlarıyla, anılarıyla...
Bulunduğumuz yer Sinop'a bağlı Durağan ilçesinin GÖKDOĞAN Köyü. İlçeden kalkan minibüslerin birine ilk kez binerken sormuştum "Gökdoğan'dan geçer mi" diye. Şoför bir tuhaf bakmıştı yüzüme. Adeta "Benim bilmediğim bir köy adını nereden buldu bu yabancı?" dercesine. Sonra diğer yolculara sormuştu neresidir diye. Oysa köyün girişindeki tabelada da böyle yazdığını sonradan görecektim. Neden Sonra Çerkes Köyü demek aklıma gelmişti. "Haa, öyle söylesene be abi," diye cevap vermişti şoför, "Her gün içerisinden gelip geçtiğimiz köy, bilmez miyiz?" Nedense kırk yıllık Çerkesler Köyü'nün adını, uzun yıllar önce Gökdoğan olarak değiştirmişlerdi. Köy girişindeki levhaya kimse bakmaz, Çerkesler köyü diye bilinir hala. Onun için hemen hatırlayamadım yeni adını, kusura bakma. Doğma büyüme buralı olmama rağmen ben bile yabancılaşıyorum kendi yurduma, bu isim değiştirmelerden..."
Daha sonraları dolmuşçuların "Çerkesler, Çerkesler Köyü" diye o yöne gidecek yolcuları çağırmalarına alışmıştım.
Tatil günüydü. Bir kaç gün önce Köye gelmiştim. Misafiri olduğum Çetav Ahmet'in babası hayatta değildi. Annesi Fatma teyze çok güzel Çerkes yemekleri yapmıştı benim için: Şıpsı, Lepsi, Haluj, Mamırsa, neler, neler... Taş gibi sert görünen güneşte kurutulmuş Çerkes peyniri, mısır unundan yapılmış sıcacık Mamırsa içerisine ufak parçalar halinde gömülünce nasıl da yumuşayıp eriyor ve ne kadar da lezzetle yeniyordu.
O gün pancar sökümüne gidileceğini biliyordum. Sabahleyin ben de herkesle birlikte erkenden kalktım. Kahvaltıdan sonra Ahmet'e "Ben de tarlaya gelip çalışacağım" dedim, Bana eski pantolon ve gömleklerinden ver de, şu kravatlı giysimi değişeyim, tarlada komik olur." Ahmet buna itiraz ederek "Sen üstünü kirletme ağabey, bugün küçük tarlada çalışacağım, işim az, yardımsız idare ederim" dedi. Çetav, birlikte pancar sökme isteğime şiddetle karşı çıktı ve sırf beni çalıştırmamak için elbise de vermedi. Ancak tarlaya kendisiyle birlikte inmeme engel olamadı.
Tarlaya varınca ceket ve kravatımı kenardaki elma ağacının meyve sunmak istercesine aşağıya sarkan dallarından birisine astım. Sonra pancar sökmeye yarayan uzun tahta saplı ve iki uçlu demir çatallardan birisini elime alıp, kendime bir çalışma çizgisi tespit ettim. Arkadaşımın çalışma temposuna ayak uydurmaya çaba gösterirken, Ahmet misafirini çalıştırdığı için mahcup bir tavırla "Ağabey bırak, sen yorulma, otur. Elma incir koparıp ye; dinlen. Üstünü kirletme, ben yaparım." diye boşuna tekrarlıyordu. Bende şakalaşarak, ütülü pantolonuma, beyaz gömleğime bulaşan çamuru gösterip, "Bana eski iş elbiselerini vermemekle iyilik mi ettin sanki?" diyerek çıkışıyordum.
Benim gibi şehir yaşamına alışmış birisi için önceleri yadırgatan, ancak sonra huzur veren, dinlendiren, gürültüden uzak bir ortam vardı. Rüzgâr kesilip, ağaç yapraklarının hışırtısının durduğu anlarda, biraz aşağıdan akan ırmağın şırıltısı duyuluyordu. Çevredeki ağaçların arkasından uzaklardan, başka tarlalarda çalışan köylülerin, konuşmaları, tartışmaları işitiliyor, bazen de Çerkesçe şarkı sesleri geliyordu.. Onların günlük işler halinde yaşam boyu yapmak zorunda bulunduğu bu yorucu koşuşturmalar, benim için geçici bir değişiklik olduğundan çok zevkli ve dinlendirici oluyordu.
Bu köy ve bu insanlar ne yazık ki birlikte son günlerini yaşıyorlardı. Yükselmekte olan sular gelecek seneyi bulmadan köyün en üstündeki evlere kadar her şeyi yutacaktı. Köylüler, "Ta Bafra'da yapılan barajın suyu buralara kadar gelir mi hiç" demişlerdi. Ama artık gerçek kendisini göstermişti. Baraj kapakları kapatılmıştı. Vezirköprü yakınındaki Çeltek Köprüsü çoktan sular altında kaybolmuş, daha yukarılardaki Çaltı Köprüsü de yükselen sulardan geçilemez duruma gelmişti Karayolu yapımcıları, her gün bir kaç santim daha yukarılara ulaşan sularla yarış edercesine yeni yolu yetiştirmeye çalışıyorlardı. Karayolunun alçak bölümlerini su bastığından sık sık geçiş aksıyor, araçlar uzun süre yollarda beklemek zorunda kalıyorlardı.
Artık inanmayan kalmamıştı ırmağın her gün biraz daha yükselişini gördükçe: Köy tamamen su altında kalacaktı. Hatta hasata zaman kalmayacağı düşüncesiyle pek çoğu bu sene çeltik ekmemişti. Tabandaki verimli, geniş arazilerin çoğu boş kalmıştı.
Her zaman bulanık, çamur gibi akan Kızılırmak, göllendiği aşağı kısımlarda, taşıdığı tortunun dibe çökmesiyle berraklaşıyordu. Bazı yerlerde mavi gölün rengini, bazı yerlerde ise çevredeki çamlarla kaplı yüksek tepelerin yeşil rengini alıyordu. Buradaki insanların alışmadığı bir durumdu bu. Gölün göze batar biçimde genişleyip derinleşmesiyle balıkçılık heveslileri de artıyor, pazardan göl balığı eksik olmuyordu.
Su yükseldikçe zaman daralıyordu, yapılması gereken çok iş vardı. Köyün kamulaştırma kağıtları gelmişti, bir ay içerisinde tapuya gidip imza verin diyordu yazıda.
Suya gidecek arazilerin parası ancak ondan sonra ödenecekti. Gönüllü arasalar hiç birisi satmayacaktı arazisini, imza vermezlerse yasa gereği mahkeme kararı ile el konacaktı tarlalarına, evlerine... Burada doğup büyümüşlerdi, mezarları burada idi. Her yanda anıları vardı. Kısaca ayrılmamak için nedenleri çoktu ama çareleri yoktu. Ülkenin elektrik gereksinimi için köy feda edilecekti. "Ama niçin hiç değilse kamulaştırma bedelini zamanında ve yeterince ödemiyorlar?" diye soruyordu köylüler. Kamulaştırma paraları daima gecikmeli geldiği için uygun mevsimi kollayıp, yakın çevreden veya başka uzak illerden arazi, ev edinme olanakları kısıtlanıyordu. Ayrıca süresini kaçırmadan bedel artırma davası açabilmek için gereken mahkeme masrafını çoğu bulamıyor, borçlanıyordu. Çünkü köylünün elinde nakit para pek bulunmuyordu. Bazıları daha kamulaştırma parası ellerine geçmeden dava açma süresini kaçırıyordu. Oysa zamanında dava açabilenlerin ek bir miktar daha alabildiklerini görmüşlerdi.
Köyde herkesin içinde gizli bir sıkıntı vardı. Gülerken, çalışırken, konuşurken bile içlerini kemiren bir sıkıntı. Kolay iş değildi. Bir yandan zorunlu göçün hazırlıkları dolayısıyla su altında kalmadan önce ağaçlar kesilecek, evler, ahırlar sökülecekti. Ambar, samanlık enkazlarının zaman darlığından yok pahasına elden çıkarılmadan değerlendirilmesine çalışılacaktı. Son ürünün toplanıp alıcıya teslimi işleri, öte yandan bir gelecek endişesi içerisinde yeni bir çevrede yeni yaşam düzeni kurma çabaları sürmekteydi.
Bundan sonra nereye yerleşeceklerdi? Bir bölümü araziye yazılmışlardı, para yerine. Daha önceden köylerini su basıp göçmüş olanlardan bazıları kendilerine gösterilen Hatay topraklarına yerleşmeyi yeğlemişlerdi. Bir süre sonra su altındaki arazilerini görmeye gelen bu göçmenler, yerleştikleri yeni yerlerinden hoşnutsuzluklarını belirtmişlerdi. Gösterilen yeni arazileri incelemek için köy adına görevlendirilip gönderilenlerin izlenimleri de pek olumlu değildi. Hele Amik ovasındaki bu iskan arazisinin zaman zaman taşkın suları altında kaldığını televizyondan izlediklerinde hepten moralleri bozulmuştu. Bu gidişle herkes kendi başının çaresine bakacaktı. Kamulaştırma parası ellerine geçeceği zaman ödenmek üzere borçlanarak, yerleşecek bir yer edinenler vardı. Doğal olarak bunun için değerinden çok fazla bedel ödemek zorunda idiler. Daha önce kamulaştırılan aşağı köylerden bir kısım insanlar, giden tarlalarının yerine aldıkları kamulaştırma parası ile otomobil almaya heves etmişlerdi. Bu gibilerin çoğu sonradan pişman olmuştu tarla almadıklarına. Nesiller boyu çiftçilik yapmışlardı. Yeni bir mesleğe uyum sağlamak zordu. Aldıkları arazi paralarını büyük şehir eğlence yerlerinde harcayanların durumu ise çok daha kötü idi.
Arazisi, evleri su alanda kalacak olan insanlar, ayrılıp başka yerlere taşınmak yerine, öncelikle köyün içerisinde, yükselen suyun erişemeyeceği yukarı kısımlarda yer edinmek istiyorlardı. Böylelikle alıştıkları ve anılarıyla dolu ata topraklarından uzaklaşmamış olacaklardı. Gerçi ataları da bu topraklara başka uzak yerlerden gelmişlerdi ya…
Yerlerini, yurtlarını terketmek zorunda kalan bu insanların, eskiden beri içinde yaşadıkları doğal çevreye bağlılıkları, her şeye karşın çözümü yine topraklarından uzaklaşmadan aramak çabaları dikkatimi çekiyordu. Köy halkının dağılmadan topluca satın alıp yerleşebileceği başka yerler bulmuş ve kendilerine önermiştik. Ancak sağladığımız elverişli olanaklara karşın çareyi yine de köylerinden uzakta aramak istemiyorlardı. Öncelikle suyun yükselemeyeceği yukarı sırtlara ev yapmayı tasarlıyor, böylece eskiden beri yurt bildikleri topraklarından uzaklaşmayacaklarını düşünüyorlardı. Ama kamulaştırma sınırı ile arkadaki sarp dağlar arasında sıkışıp kalan ve çoğu devlet ormanı ile hazine arazisi olan bu yerlere oturmaya izin verilse bile kimseye yetmezdi. Sorun yalnızca barınmak değildi, geçinmek için ekip biçecekleri arazi gerekliydi. Verimli toprakların ise tamamı su altında kalıyordu.
Onun için, köyün su altında kalmayacak olan yukarı bölümüne taşınarak alıştıkları yerlerden kopmama isteğinin yerine gelmesi olanaksızdı: Zorunlu olarak göçeceklerdi.
Düşüncelerim geçmişe, daha eskilere gitti: Arkadaşım Çetav Ahmet bu köyde doğmuştu. Diğer akranları da öyle. Bir önceki nesil de köyde yetişmişti. Ama ya öncesi?
Sormuştum bir gün, Çetav Ahmet anlatmıştı eskilerden dinlediklerini: Ahmet'in büyük dedesi MITLESTEN Kuzey Kafkasya'dan gelmişti. Tuapse yöresinde, istilacılara karşı savaşlarla dolu son yıllarını geçirmişlerdi. Sonuçta yüzbinlerce Kafkaslının akıbetine tabi olup, Türkiye'ye sürgün kervanına katılmak zorunda kalmışlardı.
Çerkesler Köyü'nün yerleşimi iki ayrı göçle olmuştu. İlki 1864'teki büyük Çerkes göçü idi. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı halk ağzıyla - 93 Harbi - sonrası ikinci kez göçürülen Kuzey Kafkasyalılardan bir bölümünün de, Balkanlardan gelip buraya yerleşmesiyle köyün son durumu oluşmuştu. Aslında aynı olayın iki ayrı aşaması sayılabilecek her iki göç de deniz yoluyla Sinop ve Samsun kıyılarında dökmüştü insanları. Göçmenlerin birçoğu kıyıya varamadan açlık, susuzluk, hastalık ve başka nedenlerden yok olmuştu. Tek bir ailenin normal koşullarda göçü bile zor olaydı. Kaldı ki yüzbinlerle sayılan bir toplumun en kötü koşullarda göçü, daha doğrusu sürgünü..;
Çileli Karadeniz yolculuğundan sağ kalıp kıyılara ulaşabilenler bir kaç ay kıyı bölgelerinde yabancısı oldukları topraklarda, farklı iklim ve doğada sıtma gibi hastalıklarla ve diğer olumsuzluklarla çetin bir yaşam savaşı vermişlerdi. Bunlardan da kurtulabilenler geride bıraktıkları mezarların sayısına paralel olarak artan ağıtlar üreterek alışkın oldukları yüce Kafkas dağlarının iklim ve doğa koşullarının arayışı içerisinde, daha iç bölgelere ilerlemeye çalışmışlardı. Sonunda bugün yerleşik bulundukları dağ eteğine gelip karar kılmışlardı. Tıpkı diğer Kuzey Kafkasya göçmenleri gibi, büyük göçle gelen bu göçmenlerin de geride bıraktıkları yurtlarına er geç döneceklerine inancının tam olduğu söylenirdi. Ama anayurtlarında nesiller boyu savaşan, yıpranan bu bağımsızlık ve özgürlük aşığı toplumu yeni yerleştikleri topraklarda da sonsuz mücadeleler, savaşlar bekliyordu. Balkan ve Birinci Dünya savaşlarında köyün erkeklerinin çoğu askere gitmiş, geriye gelmemişti. Zaman geçtikçe anayurtlarına dönüş umutları azalmıştı, yeni yurtlarını benimsemek zorunda kalmışlardı. Uzun mücadelelerden sonra yerleşip alışmaya çalıştıkları bu topraklardan da zorunlu bir göç olacaktı şimdi. Üstelik bu kez herkes bir başka tarafa dağılacaktı.
Bu çileli toplumun Kuzey Kafkasya'dan büyük göçü de öyle gönüllü, istekli olmamıştı. Çok zorlayıcı nedenler olmadan, koca bir millet göçüp gider miydi topraklarını bırakıp?
Kaderin cilvesi, Kuzey Kafkasya kökenli bu köy, Gökdöğan-Çerkesler Köyü şimdi yine göçecekti.
Yine göç...
Evet, Gökdoğan köylüsü son ürününü alacaktı bu mevsim. Sonra baraj suyu yükselip topraklarını basmadan köyü terk etmeleri gerekiyordu. Ta uzaklardan, Kafkasya'dan sağ olarak gelebilenler köy-köy topluca yerleşmeye çalışmışlardı. Ama bu göçte tek tek dağılacaklardı.
Seferberlikte, köyün azalan erkek nüfusunun yarattığı sorunlara çözüm getirebilmek için köyün Thameteleri, bazen yerleşmiş geleneklere aykırı olan evliliklere dahi izin verir, hatta bunu zorunlu kılardı diye yaşlılardan dinlemiştim. Aynı şekilde, eşi seferberlikten dönmeyen bir yakını ile evliliğe zorlanan bir gencin, çocukluğundan beri bacı gözüyle baktığı dul kadının kendisine eş olarak uygun görülmesi üzerine mahcubiyetinden kaçıp uzunca bir süre ortadan kaybolduğunu, ancak sonradan çaresizlik içerisinde gelip yaşlılar kurulunun otoritesine boyun eğerek karara uyduğunu söylemişlerdi.
Kafkaslarda at üzerinde, istilacılarla mücadele içerisinde doğup, silahı elinde, savaş ve mücadele içerisinde ölen insanlar, burada da hazır bir askeri güç olarak yaşamış, savaşmış, kırılmaya devam etmişti. Halk hekimliğinde çok ileri olmalarında belki bu göçler ve savaşlarla dolu acı kaderlerinin de rolü vardı. En onmaz görülen yaraları, yanıkları, kırık-çıkıkları nasıl tedavi ettiklerini önceden beri büyüklerden dinlerdim. Kafkaslardan taşıdıkları kültürü burada bir arada geliştirip sürdürmeye ne kadar da çok engel çıkıyordu ?...
Omuzumda sert bir darbe hissederek düşüncelerimden sıyrıldım. Baktım Ahmet karşımda, her zamanki güler yüzlü haliyle bana bakıp gülümsüyordu. Omuzuma vurup beni daldığım hülyalardan uyandıran o idi.
- Ağabey, amma daldın, dedi. Seslendim, seslendim duyuramadım. Neredeyse ayakta uyuyorsun sandım. Pancar çatalının sapına yaslanmış ne kadar derin düşüncelere dalmışsın öyle?
O anda geçmişten sıyrılıp nerede olduğumu hatırladım. Çetav Ahmet'in yüzüne bakarak ben de dostça gülümsedim. Kendisi çalışırken benim hangi düşünce deryalarına dalıp gittiğimi, geçmişe yaptığım hayali yolculuğu bilmiyordu. Neler düşündüğümü, nasıl hüzünlendiğimi anlatmaya gerek görmeyerek ben de şaka yollu cevap verdim:
- Eh, benim gibi bir ihtiyara böyle ağır pancar çatalı verirsen daha iki kilo pancarı bile toprağın altından çıkaramadan yorgunluktan ayakta uyumaya başlarım, tabii.
Gülüştük. Ama benim gülüşümdeki burukluğu ve içimi dolduran hüznü Çetav Ahmet fark etmedi.
Şakalaşıp konuşarak çalışmaya devam ettik.
Pancar sökme çatalına ayağımla abanıp toprağa daldırarak sapını iki elimle bükünce son ürün şekerpancarı yumruları toprağın yüzeyine çıkıyordu.
KAYNAK KÜNYESİ: Kafkasya Gerçeği / Üç Aylık Kültürel Dergi, Sayı:6, Ekim 1991, Sayfa: 36-40
-
Ananın Gözyaşları (Nâniyn Barxiş)
17 Mayıs 2015, Pazar -
Son Ürün
25 Nisan 2015, Cumartesi -
Yılanın Fikri
30 Mart 2015, Pazartesi -
Çerkes Masalları
23 Şubat 2015, Pazartesi -
Kayaya Tırmanan Atlı
24 Ağustos 2012, Cuma -
Oset Edebiyatı
01 Ağustos 2012, Çarşamba -
Dağıstan Edebiyatına Kısa Bir Bakış
06 Temmuz 2012, Cuma