EDEBİYAT
Ananın Gözyaşları (Nâniyn Barxiş)
Yaşlı bir ana babanın bir tek oğulları vardı. Onu dünya üzerindeki her şeyden çok sever, her şeyden koruyup, kollamaya çalışırlardı.
Oğulları büyüyüp delikanlı oldu. En güzel elbiseleri, en iyi atı, en iyi koşumları aldılar. En iyi silahlarla donattılar.
Ama başına bir hal gelir korkusundan, evden dışarı çıkarmak istemiyorlardı.
Bir gün, köyün delikanlıları kıra gezmeye, eğlenmeye gidiyorlardı. O da arkadaşlarıyla gitmek istedi. Eve gelip, ana babasına durumu anlattı, onların rızasını diledi.
-Ben de köyün gençleri, arkadaşlarım ile gezmeye gitmek, dünyayı tanımak istiyorum. Suları buz gibi soğuk pınarlardan su içmek, güneşin doğuşunu, geceleri mehtabı seyretmek istiyorum. Rüzgârda nazlı nazlı salınan, renk renk çiçekleri, sabah serinliğinde yaylıma çıkan yabani hayvanları görmek, bağrışan geyiklerin vahşi çığlıklarını, ormanda yankılanan aç kurtların ulumalarını duymak istiyorum. İzin verir misiniz ben de gideyim arkadaşlarımla gezmeye?
“Hayır oğlum” dedi yaşlı baba. “İzin veremem sana”.
“Eğer gidersen hakkımı helal etmem sana”, dedi ana.
Köyün gençleri gittiler. Yaşlı çiftin oğulları evde kaldı. Kâh ocak başında oturdu, kâh evin civarında dolaştı.
Bir zaman sonra, köyün gençleri avlanmaya gidiyorlardı. Delikanlı yine izin istedi ana babasından.
-Ben de arkadaşlarımla avlanmaya gidebilir miyim? Alıcı kuşun avını izleyip, onu pençesine alışını ve av olanın can havli ile çırpınışını görmek, sonra avcıyı şah damarından vurup, tüylerini havaya savurmak, alıcı kuşun pençesinden kurtulan avın, canını kurtarma sevinci ile gökyüzünde özgürlüğe yükselişini görmek istiyorum.
Avcılardan korunmak için yüksek kayalıklara sığınan, asil duruşlu yaban tekelerini gözlemek ve sinerek ona yaklaşıp, vücuduna zarar vermeden, atıp boynuzundan parça kopararak; yaban keçisine, kendisinden daha kurnaz canlının olduğunu göstermek, onu yakalayıp, kendisinden daha hızlı ve atakların olduğunu bildirmek istiyorum. Sonra sonsuz mavi gökyüzündeki yıldızlar gibi güzel gözlerine bakmak ve onu sevip okşadıktan sonra bırakmak, yüreği sevgi dolu insanların, acımasız avcılardan daha çok olduğunu göstermek istiyorum. İzin verir misiniz? Ben de gideyim arkadaşlarımla.
- Hayır oğlum, dedi yaşlı baba. İzin veremem sana.
- Eğer gidersen hakkımı helal etmem sana, dedi ana.
Delikanlı başını önüne eğerek, ayrıldı ana babasının yanından. Arkadaşları avlanmaya gittiler. Ana babasından izinsiz hiçbir yere gitmiyordu delikanlı.
Bir gün acı bir haber geldi dağlara:
“Düşman saldırıyor. Özgür dağlara ve dağlılara, esaret zinciri vurmaya geliyor!..”
Köyün gençleri, yiğitleri hep hazırlandılar düşmana karşı savaşmak için. Köreleni keskinlediler, boşalanı doldurdular.
Bu haberi duyan baba da, yaşlı vücuduna silahlarını kuşandı. Oğlundan gizli, vuruşulacak yerde vuruşmaya, ölünecek yerde ölmeye gitti. Her şeyden kutsal saydığı özgürlüğünü ve Daymohk’u (anayurdu) savunmaya gitti. Kendisinden önce giden savaşçıların yanında savaşa durdu. Orada herkesten iyi dövüşen, tanımadığı bir savaşçıya gözü ilişti. Bu savaşçının yüzü kapalıydı. Üzerine çelik zırh giymiş, elindeki kılıcı büyük bir ustalık ve maharetle kullanıyordu. Etrafında düşman ölüleri üst üste yığılmaya başlamıştı. Baba ve yanındakiler, bu korkusuz ve usta savaşçıyı gurur ve şaşkınlıkla izliyordu. Yaşlı adam sordu:
- Kim bu yiğit savaşçı? Hangi tayp (kabile, soy)’tan, kimin oğlu?
Yanındakiler,
- O senin oğlun baba, senin bir tek oğlun. İyi evlat yetiştirmişsin. Allah uzun ömürlü etsin, dediler.
Ama böyle bir savaşta uzun ömürlü olması biraz şüpheli idi. Yiğit savaşçının etrafında düşmanlar giderek çoğaldı. Tek vücut olmuşçasına aniden hepsi birden saldırdı. Ortada kalan delikanlı, bütün gücü ile kılıcını sallıyor, her vuruşta bir düşmanı yere seriyordu. Fakat gücü tükenmeye başlamış ve yaralanmıştı. Sonunda yere düştü. Bir anda saldıran düşmanlar, onu öldürdüler. Bunu gören dağlılar bütün güçleri ile saldırdılar. Düşmanlardan ancak kaçabilenler canını kurtardı. Savaş alanı düşman cesetleri ile doldu.
Savaşçılar, mızraklardan ve kılıçlardan sal yapıp üzerine yamçı serdiler. Şehidin cenazesini özenle üzerine koydular. Salı omuzladılar. Onu doğup büyüdüğü, anasının bulunduğu köyüne götürdüler.
Çelik zırhı güneşten parıldıyor, batmakta olan aya benzeyen yüzünde, bir nur yanıyordu. Artık eve çok yaklaşmışlardı. Bitkin, güçsüz bir ses duyuldu.
- Hey kardeşlerim! biraz durur musunuz? Dedi baba.
Kalabalık bir an durakladı, baba devam etti:
-Yiğitler; anasına bu haberi vermeye benim gücüm yetmez. Onun yüreğine ineceğinden korkarım. Anasına oğlunun öldüğünü bildirebilecek, diline usta biri var mı içinizde?
Herkes başını öne eğdi. Savaşçılar arasında bir süre sessizlik oldu. Bir zaman sonra kalabalıktan birisi öne çıktı. Başlam Dağı’nın tepesi gibi ağarmış başı ve aksakallı biriydi öne çıkan.
- Bana deçik pondarımı (telli bir saz) verin. O bilir anasına oğlunun öldüğünün, nasıl söyleneceğini. Bu acı haber ancak böyle verilebilir.
Deçik pondarı getirip verdiler ak saçlı adama. Sazın dokunaklı nameleri başladı. Sazıyla grubun en önüne durdu. Bu esnada kalabalığın sesini duyan ana, dışarı çıkmıştı. Başları öne eğik ve sessizce bekleyen savaşçı grubunu, omuzlar üzerindeki salda yatan, kim olduğunu bilmediği şehidin cenazesini gördü. Pondarın inleyen sesini duydu.
Sazın sesi, bahçelerde ötüşen kuş cıvıltılarını, soğuk pınarların şırıltılarını, bebeğini uyutan annenin ninnisini anımsatıyordu. Ananın, oğlunu nasıl yetiştirdiğini ve onu ne kadar çok sevip, her şeyden sakındığını anlatıyordu.
Birden sazın sesi değişti. Aslan kükremesini, şahin çığlıklarını, kurtların ulumasını andırdı. Yiğit savaşçının nasıl korkusuz bir kahraman olduğunu anlatıyordu. Daha sonra, savaşı andıran sesler çıkarmaya başladı saz. Sanki kılıç şakırtıları, kılıçların zırhlara vurduğunda çıkan sesleri ve kılıçların çelik kalkanlarda kırılmasını duyar gibiydi dinleyenler. Anaya; oğlunun düşmana karşı ne kadar korkusuz ve kahramanca savaştığını anlatıyordu. Sazın sesi biraz daha değişti. Yükselen nameler, şimdi daymohk (ata yurdu)’un güzelliğini, yüceliğini, orada özgür yaşamanın mutluluğunu, vatanı için yaşayanları ve gerektiğinde gözünü kırpmadan ölenleri anlatıyor, vatanı için ölenlerin hiçbir zaman ölmediğini haykırıyordu.
Pondar ağlıyor, pondar inliyor, yaşlı ana dinliyordu. Başları öne eğik beklemekte olan savaşçıları ve salda yatan cenazeyi görüyordu. Sonunda derin bir ürperti ile olanı biteni kavradı.
“Salda yatan, onun tek oğlu idi. O, ilk kez anasından izinsiz gitmişti. Çok kahramanca savaştı düşmana karşı. Çok düşman öldürdü. Kendisi de şehit oldu. Vatanı için öldü. Her zaman halkının kalbinde yaşamak için öldü.” İşte bunları anlatıyordu pondar.
Hüzünlü nameler çıkarıyordu saz. Ananın gözlerinden sıcak gözyaşları damlamaya başladı. Derinden içli nameler yayan sazın, üzerine eğildi ana. Pondar ağlıyor, ana ağlıyordu. Birden ana doğruldu. Sazın tahtası elek gibi delik deşik olmuştu. Sıcak gözyaşları tahtayı yakmıştı. Sazın sesi biraz daha yükseldi. Çevre dağlarda yankılanmaya başladı. Şimdi ananın yüreğindeki ateşi, büyük kederi terennüm ediyordu.
İnliyordu pondar, ağlıyordu pondar…
Ana doğruldu, bütün içtenliği ile seslendi
- Hakkım sana helal olsun oğlum.
- Hakkımız varsa helal olsun! Diye bağırdı bütün savaşçılar.
- Hakkımız varsa helal olsun! Diye seslendi etraftaki dağlar, ormanlar, sular, pınarlar.
Ağlıyordu pondar, inliyordu pondar…
- Allah sana rahmet eylesin, dediler. Anası, savaşçılar, etraftaki dağlar, ormanlar, pınarlar.
Ananın sıcak gözyaşları, kutsal vatan topraklarını ıslatıyordu.
KAYNAK KÜNYESİ: Dcanbekov Şa’rani’nin derleyip hazırladığı “Çeçen Folkloru” adlı kitaptan Ali Bolat tarafından çevrilmiştir.
-
Ananın Gözyaşları (Nâniyn Barxiş)
17 Mayıs 2015, Pazar -
Son Ürün
25 Nisan 2015, Cumartesi -
Yılanın Fikri
30 Mart 2015, Pazartesi -
Çerkes Masalları
23 Şubat 2015, Pazartesi -
Kayaya Tırmanan Atlı
24 Ağustos 2012, Cuma -
Oset Edebiyatı
01 Ağustos 2012, Çarşamba -
Dağıstan Edebiyatına Kısa Bir Bakış
06 Temmuz 2012, Cuma