KİM KİMDİR?
M. Kazım Taymaz
M. Kazım Taymaz, 1925 yılında; Düzce’ye bağlı, Kirazlı (Siyokoğlu) köyünde doğdu. Babası Yusuf Cemal, orduda subaydı. Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşlarına katılmış, madalya almıştı. Annesi de, gazete-kitap okuyan aydın bir kadındı.
Dayısı, Sakarya Meydan Savaşı’na katılmış, şehit olmuştu. Yazımıza konu olan Musa Kazım, doğduğu zaman dayısının adını almıştı.
M. Kazım Taymaz, ilkokulu köyünde okudu. İstanbul Yapı Meslek Lisesi’nden, onu takiben İstanbul İnşaat Tekniker Okulu’ndan mezun oldu. 1952 yılında da, Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’nu bitirdi. Daha sonra; İngiltere’de, Bolton İnstitute of Higler Eduction’da eğitim gördü. Civil Engineering Ünvanını aldı.
İlk defa, Erzurum Yapı Meslek Lisesi ve İnşaat Tekniker Okulu’nda göreve başladı. Burada iki yıl çalıştı. Sonra askere gitti. Terhis olunca, İstanbul Yapı Meslek Lisesi’ne atandı. 1950’li yıllarda yeni okullar açılıyordu. Kazım Taymaz, 1959 yılında Isparta Senirkent Yapı Meslek Lisesi’ni kurmak üzere görevlendirildi. Buradaki görevini tamamlayınca; İstanbul’a, eski okuluna döndü.
1974 yılında, mesleği ile ilgili eğitim görmek üzere, Amerika Birleşik Devletleri’ne gönderildi. Amerika dönüşü, gene eski okulunda çalıştı.
1977’de, İstanbul Teknik Üniversitesi’ne bağlı, Düzce Meslek Yüksek Okulu’na tayin edildi. Önce Yapı Bölümü Başkanı, sonra okulun müdürü oldu. 1990 yılında, yaş haddinden dolayı emekli oldu. Ancak, öğretmen ve eğitici olma özelliğini kaybetmedi. Emekli olmasına rağmen; Düzce Meslek Yüksek Okulu’nda ve yeni kurulan Orman Fakültesi’nde, derslere girmeye devam etmektedir.
Kazım Taymaz’ın; bir kız ve bir de erkek iki çocuğu vardır. Orta derecede, İngilizce ve Almanca bilmektedir.
Görüldüğü gibi; Kazım Taymaz iyi eğitim görmüş, mesleğinde başarılı bir çalışma yapmıştır. Şüphesiz bu, takdire değer bir husustur.
Ancak, Kazım Taymaz, bu anlatılanlardan ibaret değildir. O’na “Kazım Hoca” dedirten, ülkemizin tamamında adının duyulmasını sağlayan, çok önemli başka hizmetleri vardır. Ben, asıl bunların üzerinde durmak istiyorum.
Kazım Hoca; 1952 yılında göreve başladığında, genç olmasına rağmen bir gerçeğin farkına varmıştı. Zeki ve üstün yetenekli birçok köy çocuğu, ilkokulu bitiriyor, fakat daha ile gidemiyordu. Bunun nedeni, ekonomik ve geleneksel tutumlardı.
Bazı aileler ve çevreler, kızlarının okumasını, o kadar gerekli görmüyorlardı. Erkekler için ise, iki engel vardı. Birincisi, ekonomik imkansızlıktı. İkincisi, çocuk çalışarak, ailesine yardımda bulunmak ve babasının işini hafifletmek durumundaydı.
Kazım Taymaz beyi; 1958-1959 kışı, Orman Fakültesi’ne başladığım sırada tanımıştım. Köy çocukları ile ilgili hatıralarını ve görüşlerini, o zaman dinlemiştim. İlişkimiz, günümüze kadar devam etti. Bu vesileyle, eğitim çalışmalarını yakından izleme imkanı buldum.
Kazım Taymaz bey, yaş itibarıyla benden büyüktü. Tanıdığımda, başarılı bir öğretmen, evine ve ailesine bağlı örnek bir baba idi. Kendisinden çok yakın ilgi gördüm. Her konuda istifade ettim. Benim için, bir ağabey olmuştu. Yeri gelmişken, her zaman şükran duyguları içinde bulunduğumu ifade etmek istiyorum.
Kazım Taymaz’ı, köy çocukları ile ilgilenmeye iten ne idi? Bunu teorik olarak kitaplardan mı öğrendi? Yoksa, hayatın bizatihi kendisini gözlemleyerek mi, bilgi ve inanç sahibi oldu? Şüphesiz, gözlem ve bilgi konuya ilgi duymak için yeterli değildir. Ruhsal durum da çok önemlidir. Kazım beyi başka kılan, işte bu psikolojik yapıdır. Ruhi duyarlılıktır.
O’nu etkileyen, O’nu düşünmeye zorlayan olaylar zinciri Erzurum’da başlamıştı. 1952 yılında, Ankara Erkek Teknik Yüksek Okulunu bitirmiş; ayni yıl içinde, Erzurum Yapı Meslek Lisesi ve Teknik Okuluna meslek dersleri Öğretmeni olarak atanmıştı.
Sonbaharla birlikte, Erzurum’un dondurucu soğukları başladı. Kazım Hoca, soğuk kasvetli bir akşam, boşalan atölyelerde son kontrollerini yapıyordu. Marangozhanede, bir karaltı gördü. Dikkatle baktı. Bir öğrenci elindeki çuvala, tezgahlardan dökülen ağaç talaşı dolduruyordu. Oysa, okuldan bu ve benzeri şeyler çıkarmak yasaktı. Öğrenciyi uyardığında, çocuk ağlamaklı bir sesle karşılık verdi. Üç arkadaş, kiraladıkları bir yerde kalıyorlardı. Yakacakları her hangi bir şeyleri yoktu.
Hoca, öğrencilerin kaldığı yere gitti. Ahırdan bozma, toprak zeminli, penceresiz karanlık odayı görünce büyük üzüntü duydu. Kendisiyle eve dönen öğrenci, gaz lambasını yakınca köşede yatan birini fark etti. Çocuklardan birinin dört günden beri hasta yattığını öğrenince üzüntüsü katlanarak büyüdü.
Ertesi gün ilk işi, hasta öğrenciyi hastaneye götürmek oldu. Meğer çocuk, sarılık olmuştu, hastalığı da ilerlediği için kurtarılamadı. Kısa bir süre sonra da öldü.
Erzurum’un Narman ilçesinin köylerinden olan çocuklar, Kazım Hocayı çok etkilemişti. Kısa süren bir araştırma sonunda benzer durumda olan bir çok öğrenci olduğunu öğrendi. İlk etapta çok ağır şartlarda olan 16 öğrenci tespit etti. Ardından onları toplu halde barındırabileceği bir yer aramaya başladı. Sonunda buldu. Ne var ki, diğerinden tek farkı geniş olmasıydı. Bütün çocukları alabilecekti.
Evin sahibi 3 çocuklu dul bir kadındı. Bir öğretmen olarak, haylaz olan büyük oğlunu çalıştırıp adam edeceği yönünde söz vererek kadıncağızı razı etmişti.
Ev, bodrumlu tek katlı bir bina idi. Çocuklar ahır olarak kullanılan bodrumda kalacaklardı. Penceresi yoktu. İlk iş olarak odaya 2 pencere açıldı. Badana yapıldı. Temizlendi. Sonra, çocukların yatak-yorgan ve kilim-keçe gibi eşyalar ile döşendi. Hoca bütün bunları öğrencilerle birlikte yaptı.
Kazım Hoca’ya, 24 saat yetmiyordu. Sosyal faaliyetlerde de bulunuyordu. Atletizm, Güreş gibi konular ilgisini çektiği için hiç bir çalışmayı kaçırmıyordu.
Gün geldi. Dönemin Erzurum Valisi, Kazım Hoca’yı güreş antrenörü olarak görevlendirdi. Asker-Sivil demeden bütün güreş ekipleri ile ilgilenmeye başladı.
Ordu Spor Okulu Komutanı Yarbay İbrahim Onuk’un teklifiyle, askeri birlik güreşçileri ile bir müsabaka düzenlediler. Hoca bu vesileyle, orada hazır bulunan 9. Kolordu komutanı Osman Güray ve eşi Bedia Hanım ile tanıştı.
Hoca, spor işleri ile uğraşırken, bir araya topladığı 16 öğrencisi hiç aklından çıkmıyordu. Çocukların durumunu Osman Güray Paşaya anlattı. Yardım sözü aldı. Olaylar, tanışmalar giderek gelişti. Yaptıkları işler, ağırdan ağıra duyuldu.
93 savaşı ( 1877-1878 ) kahramanlarından Nene Hatun adına, bir anıt yapılmıştı. Anıt’ın açılış törenine, asker-sivil çok kişi gelmişti. Günün 3. Ordu komutanı Orgeneral Fevzi Mengüç, anıtın yapımına öncülük eden 3. Ordunun bir önceki komutanı Nurettin Baransel paşa, Vali, Ankara’dan ve çevre illerinden gelenler protokolu oluşturuyorlardı.
Ordu Spor Dairesi Başkanı Yarbay İbrahim Onuk, tören yerinde bulunan Kazım Hoca’yı görür görmez yanına çağırdı. Kulağına eğilerek: “Törenden Sonra, Paşalar senin çocukları görmeye gelecekler, vakitli git hazırlığını yap” dedi.
Misafir konumunda olan Nurettin Baransel Paşa ve diğerleri geldiklerinde, Hoca 12 öğrencisini bir araya getirmişti. İkisi yoktu. Ama, Onların yerini dolduracak, Çocuklarını ziyaret için Tekman İlçesi’nden gelen bir anne-baba vardı.
Paşalar, fakirlik kokan bu izbe yerden ziyade, Kazım Hoca’nın yapmak istediklerinden etkilendiler. O’nu da yanlarına alıp Ordu Evine döndüklerinde, bunu açıkça belirttiler. Kolordu Komutanı Osman Güray Paşa’ya, elde olan imkan ölçüsünde gerekenin yapılmasını emrettiler.
Çok geçmeden, ranzalar, yatak-battaniye gibi temel ihtiyaçların yanı sıra; ısınma araç ve malzemeleri, gıda, sağlık ile ilgili her şey temin edildi. Yoncalık Kışlası’nın berberhanesi ve hamamı haftada bir gün çocuklar için açıldı. Bir Doktor Yüzbaşı, muntazam aralıklarla çocukları muayeneye gelmeye başladı.
Hoca’nın Erzurum’daki çalışmaları bu kadar mı? Hayır ! Dahası var.
1938 yılında meydana gelen Erzincan depreminde, daha bebeklik çağında çok sayıda çocuk yetim kalmışlardı. Kızılay tarafından bir yuvada büyütülen bu çocuklardan bazıları, şimdi ilk okulu bitirmiş, Yapı Okuluna gönderilmişlerdi. Hoca’nın ikinci toplu çalışması Onlar’la oldu.
Bu ikinci grubun içinde Vehbi Özden adında bir çocuk vardı. Zeki, cin gibi biri olduğu için, Hoca kendisini hiç unutmadı. Yıllar sonra bir gazetede, O’nun Erzurum vergi birincisi olduğunu okuyunca çok duygulandı. Emeğinin boşa gitmediğini görerek gurur duydu.
Yukarıda ifade edildiği gibi, Erzurum’da iki yıl hizmet ettikten sonra, askere gitti. Terhis olunca, İstanbul Yapı Meslek Lisesi’ne atandı.
Erzurum’da olduğu gibi, O’nu başka hizmetler beklemekteydi. Yapıcı ve duyarlı bir kişiliğe sahip olduğu için, karşısına çıkan olaylara ilgisiz kalamadı. Çok geçmeden, çaresiz kalan bir öğrencisine yardım etmek zorunda kaldı. Erzurum’da karşısına çıkan olaylar, O’na büyük bir deneyim kazandırmıştı.
İstanbul’da Yapı Meslek Lisesi’nde görev yaparken, bir öğrencisinin babası ölür. Çocuğun annesi; mektup yazarak oğlunun eve dönmesini ister. Gerekçe olarak da, hiçbir gelirinin olmadığını, bundan dolayı da okutamayacağını gösterir.
Öğrenci okul müdürüne gider. Annesinin mektubundan söz ederek, okulu bırakacağını söyler. Müdür, başsağlığı dileğinde bulunur. Okulu bırakmaya gelince “Sen bilirsin!” der.
Öğrenci, yurttaki eşyalarını toplar, valizin alıp bahçeye iner. Arkadaşlarına veda etmek için, biraz oyalanır. İşte bu sırada; Kazım Hoca, valizi elinde çocuğu görür. Kendisiyle konuşunca, olanları öğrenir. Tabii, ilk işi de, O’nu durdurmak olur.
Bu gerçek hikaye uzun. Ayrıntılara girmek istemiyorum. Kazım Hoca, öğrencinin hemşehrilerinden, O’na mali destek verecek kişiler bulur. Kendisi de, çocuğu çalıştırarak, parasız yatılı kısmına geçmesini sağlar. Sonuç müspettir. Bir genç; okur, okulunu bitirir. Cemiyete üretken bir kişi olarak katılır.
Yukarıda belirttiğim gibi bu olay, Kazım Hoca’yı çok etkilemiştir. Önce, kendi öğrencileri arasında muhtaç, özellikle çaresiz olanları tespit etti. Bir öğretmenin yapabileceği en büyük yardımı sağladı. Moral ve cesaret verdi. Deneyimlerini ve bildiklerini, onlara aktardı. Parasız yatılı okumaları için gerekli zemini hazırladı.
Sonra, bakışlarını dışarıya çevirdi. Özellikle kendi yöresinden olup, başka okullarda okuyan öğrencileri buldu. Okumak isteyip de, okuyamayan köy çocuklarına el attı.
Himayesine aldığı öğrenciler, belli bir sayıya ulaşınca Beşiktaş’ta bir daire kiraladı.
Kazım Hoca’nın, Beşiktaş’taki özel yurdunu, birkaç defa ziyaret ettiğimi hatırlıyorum. Bir defasında da, kendi köyümden topladığım gıda maddelerini bırakmaya gitmiştim.
Yurtta, hizmetli olarak, sadece bir aşçı vardı. Çocuklar, yatakların düzeltilmesi ve temizlik gibi işleri kendileri yapıyorlardı. Her taraf pırıl pırıl idi.
Hoca, her akşam eşini ve çocuklarını alıp yurda gidiyordu. Her şeyi yerinde denetliyordu. Çocukların sorduğu şeyleri cevaplıyor, bilgi düzeylerinin yükselmesi için çalışıyordu.
Yurdun gelir kaynakları sınırlıydı. Öğrenci velileri, çocuklarının güvenli bir yerde bulunmaları nedeniyle, ellerinden gelen katkıyı yapıyorlardı. Genelde bunlar, yiyecek ve benzeri gibi aynî şeylerdi.
Kazım Hoca’yı tanıyan Beşiktaş esnafı, gelirleri ölçüsünde yardımda bulunuyorlardı. Bu yardım duygularını harekete geçiren, O’nun inandırıcı verimli çalışmalarıydı.
Yurda girmek için, istekler giderek artmıştı. Olay, tek kişinin başarabileceği ölçünün dışına taşmıştı. Kamu oyuna ve basına yansımıştı.
Gazeteler; “Bir öğretmen, okuma sitesi kurdu” . “Fedakâr öğretmen”, “Sessiz kahraman” gibi başlıklar atarak, Kazım Hoca’nın yaptıklarını anlatıyorlardı. Meydan Dergisi, Eğitim Sayısı’nda (1966): “Masal Misalı” başlığı altında, olayı baştan sona kadar bir yazı dizisi yapmıştı.
Ulus Gazetesi; Kazım Hoca’yı, yılın öğretmenliğine aday gösterdi. İkinci oldu. Adaylık 1969’da tekrarlanınca, birinciliğe lâyık görüldü.
Kazım Hoca, kendisine destek verenlerle birlikte; Köy Çocuklarını Okutma Derneği’ni kurdu. Dernek, bir süre sonra; “Umuma hadim dernekler” arasına kabul edildi.
Gazeteler bu olayı; “Köy çocuklarını yetiştiren bir dernek kuruldu”, başlığı altında verdiler (1969-Hürriyet).
Köy Çocuklarını Okutma Derneği’ni kurduğu sırada, ben artık İstanbul’da değildim. Fakülteyi bitirmiş, askerliğimi yapmış, Orman Genel Müdürlüğü Teşkilatında görev almıştım. Bingöl’ün Kiğı, Tunceli’nin Pülümür ilçelerine bağlı köyleri içine alan bir bölgenin şefiydim.
Bölgemde, iki küçük Abhaz Köyü vardı. Yöre çok fakir olduğu için, aileler çocuklarını okutamıyorlardı. Durumu Kazım Hoca’ya bildirdim. İki kız, iki erkek çocuğu göndermemi istedi. Çocuklarını okutmak isteyen ailelerle görüşerek, ilkokulu bitirmiş dört öğrenciyi İstanbul’a gönderdim.
Peri Suyu Vadisi’nde, dünyaya kapalı bir hayat süren insanlar, bu şekilde dışa açıldılar. Çünkü olay, sadece okullara öğrenci göndermekle sınırlı kalmadı. Başka , gelişmeler oldu.
İki yıl sonra , görev yerim değişmişti. Kazım Hoca, yolu olmayan mutat vasıta işlemeyen Peri Suyu Vadisi’ ne ben ayrıldıktan sonra gitti.
Öylesine bir yolculuk ki, başlı başına roman olacak nitelikte. Vadiye çıkan patikalar, çay ve dereler tarafından kesiliyordu. Üzerlerinde köprü yoktu. Motorlu vasıtalar, haziran sonunda, sular alçaldıktan sonra , vadiye girebiliyorlardı.
Kazım Hoca, bu şartlar altında Bingöl’ ün Kiğı kazasına bağlı, Karapolat ve Hinsor köylerine ulaştı. Yeni öğrenciler seçti.
Hoca, sadece Bingöl’ e gitmemişti. Türkiye’nin birçok yöresini gezdi. Okumaya muhtaç, çocuklar tespit etti.
Hoca hakkında, gazetelerde çok yazı çıktı.” Kendini köy çocuklarına adayan büyük insan”. ( 1965- Cumhuriyet) “ Köyde yetişen bir öğretmen” ( 1969- Hürriyet) , “ Örnek bir öğretmen, örnek bir kadın”* ( 1966- Hergün), “ Kendini eğitime adamış bir eğitim adamı.” (1987-Damla), “ 143 zeki köylü çocuğu İstanbul’ da okuyor.” ( 1969- Cumhuriyet) “ Köy köy dolaşıyor” ( 1970- Günaydın)
Basında çıkan bütün yazıları sıralamak, muhtevalarını açıklamak mümkün değil. Ben, sadece örnekler vererek geçiyorum.
Kazım Hoca’yı izleyen sadece basın değildi. Resmi ve sosyal kuruluşlar, şahıslar, O’ nun ne yaptığını takip ediyor, takdir duygularını dile getiriyorlardı. Bu tür yazı ve mektuplar, Türkiye içinden olduğu gibi dış ülkelerden de geliyordu.
Kazım Hoca, sadece öğretmen değil, aynı zamanda öğrenen kişiydi. Sürekli okuyor, eğitim ve seminerlere katılıyordu. 1988 yılında İngiltere’ de yapmış olduğu eğitim çalışması buna güzel bir örnektir. Çeşitli kurum ve kuruluşlardan aldığı takdirname sayısı 10’ u geçmişti.
Hocanın hakkında yapılan neşriyat, özel ve resmi yazılar, mektuplar yayınlanmaya değer bir nitelik taşımaktadır. Kitap haline getirildiğinde, kalın bir cilt oluşturacak hacimdedir.
Böylesine verimli çalışan, insanlara, hemşehrilerine faydalı olmaya gayret eden, Hoca’ nın gönül huzuru içinde bırakıldığını mı sanıyorsunuz? Daima takdir edildi mi?
Maalesef hayır! Köy Çocuklarını Okutma Derneği’ni kurduktan sonra, bazı problemler çıktı. Çalışma arkadaşları değerli insanlardı. Ancak çoğu eğitimci değildi. Olaylara yaklaşım biçimleri farklıydı. Buna rağmen, tartışmaları büyütmemeye gayret etti.
O’nu asıl üzen dedikodulardı. “ Kazım Hoca, Allah rızası için çalıştığını mı sanıyorsunuz? Bir çıkarı var ki koşturuyor.” Diyenler vardı
Eğer Hoca, çıkar peşinde olsaydı, paralı bir yurt kurardı. Paralı ders verirdi. Zengin bir adam olurdu.
Bu gerçeği bilmelerine rağmen, bazı kişiler dedikodu kazanını kaynatmaya devam ettiler. Ama onlar; gün geldi, Hoca’nın başarıları karşısında, utanarak, başlarını eğmek zorunda kaldılar.
Kazım Hoca, mesleğinin son yıllarını Düzce’ de geçirdi. Meslek Yüksek Okulunun müdürlüğünü yaptı. Bu arada ders vermeye devam etti.
Emekli olduktan sonra, yerinde oturamadı. Okuldan,öğrencilerinden vazgeçemedi. Öğretmenlik mesleğini sürdürdü.
Gözü ve kulağı, gene fakir, çaresiz öğrencilerin üzerindeydi. Sürekli onları izliyor, dertlerine ortak oluyordu.
Son günlerde” Kültür ve Eğitim” amaçlı yeni bir dernek kurdu. Kendisi gibi düşünenlerle, kültürü ve eğitimi geliştirmek, yeni nesillere ideal ve hedef göstermek için, tekrar çalışmaya başladı. Bu son hamlede, ondaki potansiyel çalışma azminin ve tükenmeyen güçlü enerjinin varlığını görmek mümkündür.
O, kendisini yetiştiren bu ülkenin sosyal, ahlaki bütün değerlerine saygılıydı. Gerçek bir vatansever olarak çalıştı. Kökeni ne olursa olsun, fakir ve çaresizlere, okumak, bir şeyler öğrenmek isteyen bütün gençlere el uzattı.
Bunun yanı sıra, atalarının geldiği Kafkasya’yı da unutmadı. İleri yaşında, Kiril Alfabesini öğrendi. Kafkasya’ da yayınlanan bir çok eseri, günlük neşriyatı takip etti. Öğrendiklerini çevresine nakletti.
Örf ve adet bilen bir kişi olarak yaşadı. Bu konuda örnek oldu. Hiçbir zaman aşırılığa kaçmadı. Doğruyu bulmaya çalıştı.
* “Örnek bir kadın” : Burada, kendisine yardımcı olan, eşi Emine Hanıma işaret ilmiştir.
İnsanlara faydalı olan, bilgisi ile çevresine ışık saçanlar mutlaka karşılığını görürler. Bu karşılık, dünya malı olmayabilir. Daha yüceltici moral değerler olabilir. Kazım Hoca, bu ileri yaşında böylesine bir ödüle layık görüldü.
Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi, halkımıza ve ülkemize değerli hizmetleri olan kişilere ödül vermektedir. 2000 yılı Türkiye Fair Play ödülü kazananların arasında, M. Kazım Taymaz Hoca da bulunmaktadır. Ödül töreni 3 haziran 2001 tarihinde yapılmıştır.
Davranış dalında, büyük ödüle layık görülen Hoca’nın ödülü almasının gerekçesi şu şekilde açıklanmıştır:
“M. Kazım TAYMAZ (Emekli Öğretmen-Eğitimci): 40 yıldan bu yana hiçbir karşılık beklemeden köyden getirdiği imkanı olmayan binlerce çocuğu eğitti, okullara yerleştirdi. Köy Çocuklarını Eğitim Derneği’ni kurdu. Öğrencileri bu gün ülkenin üst kademelerinde çalışıyorlar. İlerlemiş yaşına rağmen halen deprem bölgesinde çalışmalarını sürdürüyor.
Bu gerekçe okununca Merkezi İstanbul Ataköy de bulunan Olimpiyat Komitesinin Büyük Toplantı Salonu alkışlarla çınladı. Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi Başkanı Sinan ERDEM ile Devlet Bakanı Fikret ÜNLÜ, Hoca’ya ödül beratını verirlerken alkışlar salonu çınlatmaya devam etti.
Kazım Hoca bu son olayı anlatırken, eskiden olduğu gibi yine alçak gönüllü bir tavır içindeydi. Ama ben, O’nu tanıyan, O’na yakın olan biri olarak gurur duydum. İçten kendisini tebrik ettim.
Kazım Taymaz Hoca’yı kısa bir yazı çerçevesine almak, O’nu anlatmak zordur. Ben, detaylara girmeden çalışmalarını özetlemeye, portresini çizmeye çalıştım. Bu konuda yeterli ölçüde başarılı olduğumu sanmıyorum.
İyi niyetimi kabul edeceğini ve kusurlarımdan dolayı, beni bağışlayacağını ümit ediyorum.
Osman ÇELİK